28 Şubat 2011 Pazartesi

Oscar 2011

Söylenecek fazla bir şey yok.
James Franco'ya her daim ve Anne Hathaway'e Rachel Getting Married itibari ile bayılmama rağmen sunumları beni hiç mutlu etmedi. Billy Crystal sahnede kaldığı süre boyunca bir törenlik eğlendirdi. Cate Blanchett harici kadınların oyuncaksız elbiseleri, sunumlardaki metinlerin sönüklüğü uykusuzluğuma değmedi açıkçası.

Tüm çabalarıma rağmen izleyemediğim King's Speech'in ana dallardaki ödülleri toplaması da ayrı bir konu tabii :)

Seneye saat kurup uyanacak mıyım, tabii ki evet :))

Unutmadan, James Franco'nun tören boyunca kah fotoğraf kah video tweetleriyle gecem şenlendi. Sen çok yaşa James.

Aslı

Bitt!f: Carancho

Geçen Cumartesi sabahı sokağa çıkanlar varsa bahsettiğim soğuğun derecesini anlatmaya sözcüklerin yetmeyeceğini biliyordur. Bu seneki festival filmlerimin Atlıkarınca ve Carancho harici olanlar Taksim'deydi. Ancak aksi gibi ben de Taksim'de oturan babaannemde kaldığım için rota yine karşı yakaya döndü ve Caddebostan'a doğru o güzide soğukta hareket ettim.

Daha önceki yazılarımdan birinde CKM AFM'nin süper hizmet kalitesinden (!) bahsetmiştim. Bu sefer de beni yanıltmayan CKM, biletimin üstünde 8. Salon yazmasına rağmen o salonda Eyyvah Eyvah oynatıyordu. Salon kapısındaki görevli bana güzelce yerimi de tarif etti fakat birinin "yerimde oturuyorsunuz" uyarısıyla ben ve birkaç CKM mağduru daha dördüncü kattaki büyük salona koşmaya başladık. Tabii ki film 15:30 yerine 15:45'te başladı çünkü bu bir CKM geleneğiydi.

Filme gelince...
Carancho, aktörlük hayatına pembe dizilerle başlayan Ricardo Darín ve filmin prodüktörlerinden biri de olan Martina Gusman'ın başrollerini paylaştığı bir Arjantin filmi. Oyuncular Türk olsaydı, hikayeyi asla yadırgamazdım çünkü Buenos Aires varoşları bana Bağcılar'ı ve/ya dip Ümraniye'yi, karakterler de sinekten yağ çıkarmaya çalışan "yolsuz" polisleri, bürokratları hatırlattı. Arjantin sinemacıları cesaret edip, trafik kazaları sonrası "hak arıyormuş gibi yapıp" mağdurların parasına göz diken, cebe atan polisleri, bürokratları eğilip bükülmeden anlatabilmiş. Karakterlerin hiçbiri süper kahraman değil. Ben en çok böyle filmleri seviyorum. Kadın kusurlu, adam kusurlu, mağdur kusurlu, polis kusurlu. Herkesin bir takım arızaları var hayatta ve bu film bunu yadsımamış. Sonunun da başka türlü olması beklenemezdi. Bizde vizyona girmez ama bir şekilde izlenmeli.

Aslı

25 Şubat 2011 Cuma

Aferin

Bir insanın her şeyi bilmesine olanak yok, tamam. Ama bilmek istediğiniz bir şeyi bilemediğiniz için daraldığınız olur mu, yoksa ben mi anormalim? Eskiden daha berbat durumdaydım, bilemediğim bir şey olduğunda susar, ilk internet bağlantımda konuyla ilgili ne varsa bulur, okur bir sonraki sefere o konunun açılması için tetikte bekler, açılınca hayatım boyunca o konuya hakimmişim gibi davranır, kendimi kandırırdım. Şimdiyse bilmiyorum deme erdemini (!) gösterip yine her şeyi bir şekilde öğrenip o konu açıldığında "bakın ben ne öğrendim" şovunu yapıyorum. Hangisi daha hastalıklı bilemedim şu an.

Bu blogu daha aktif kullanmaya başladığımdan beri dahi anlamındaki de'yi ne kadar çok kullandığımı farkettim ve bu dramama ek olarak kelime dağarcığımın yetersiz olduğu fikrine kapıldım. Her kaydı yayınlamadan önce defalarca okuyup, gereksiz "de"leri siliyor ve tekrarladığım sözcüklerin yerine yenilerini bulmaya çalışıyorum. Son yıllarda kitap okuyamama hastalığına kapıldığım için köreldiğimi, tükendiğimi düşünüyorum.

Lisedeyken "hatırlamak" yerine "anımsamak", "hissetmek" yerine "duyumsamak" fillerini (fiil yerine de eylem derdim hey gidi hey) kullanan "ben"in düştüğü bu içler acısı durumun tamamen "online yaşayan insan tükenişi" olduğuna inanıyorum. O kadar çok kısa metin okuyorum ki, iki paragraftan uzun her şey beni boğuyor. Satır atlaya atlaya okuyup ana fikri anlamadan cevapladığım emailler yüzünden eski müdürümden fırça yediğim günler dün gibi. Ama, bunca yıldır sms, email gibi mesajlaşma yöntemlerini kullanırım, hiç "slm, nbr, nslsn, opyrm" gibi bir mesaj yazmadım. En azından bunun için takdir ediyorum kendimi.

Ha bi de unutmadan;




Aslı

23 Şubat 2011 Çarşamba

Hey JP! You'll always be here :)

22 Şubat Cem Yılmaz gösterisinin ertelendiğini öğrenmemle, içten içe o gece göremeyeceğim için üzüldüğüm I'm Still Here'a bilet almam arasında üç dakika falan vardır herhalde. Evrende herşeyin bir sebebi varsa, çok üzgünüm Cem Bey, bel fıtığınız benim yüzümden nüksetti çünkü ben bu filmi görmeyi çok istedim.

Hani ne yapsa beğeneceğiniz, başkaları "bu ne beeee" dese de savunmaya devam edeceğiniz, ter koksa da, saçları yağdan pişmaniyeye dönse de bayılacağınız adamlar vardır ya - en azından benim var- işte Joaquin Phoenix benim için öyle bir adamdır. 2008 yılının sonunda emekli olacağını (!) açıkladığındaki o pejmürde halini de sevdim, Walk The Line'daki halini de. Kısacası olduğu gibi kabul ettiğim insanlardan biridir :) Sanki arkadaşım hahah

I'm Still Here, Casey Affleck'in ilk yönetmenlik denemesi. Benim aklıma gelen JP ve Casey içkilerini içerlerken "abi bi film yapalım, millet n'olduğunu anlayamasın, çok eğleniriz" fikrinin doğmuş olması.



Filmin çekilmeye başlanmasıyla beraber sanki dünyanın en önemli olayıymış gibi Joaquin Phoenix haberleri yapılmaya başlanmıştı, zaten bu haberlere ilişkin kareleri de film boyunca görüyoruz. Bu işe farkında olmadan dahil olan David Letterman'a 2010 yılında tekrar konuk olan JP günah da çıkarıyor :)

Abisi overdosedan ölmüş birinin uyuşturucuyla bu kadar iç içe olması beni şaşırtsa da "show business" işiyle iştigal edenlerin kendi kafalarında uyuşturucu meselesini meşrulaştırdığını düşünüyorum.

Filmi -pardon mockumentary'i ben sevdim. İzlemezseniz çok şey mi kaybedersiniz, bence evet.

Aslı

**fotoğraf http://socialitelife.com adresinden alınmıştır.

21 Şubat 2011 Pazartesi

!f Lanetim

Önce Inside Job'u kaçırdım, şimdi de öğreniyorum ki Atlıkarınca'nın !f kapsamındaki gösterimleri iptal olmuş. Sebebini bilsek de bilmesek de farketmez, Mart'a kadar göremeyeceğiz.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Devam ediyoruz: Animal Kingdom

Bu uzun Cumartesi'ye, tam bi gece filmi olan Animal Kingdom'la veda ediyorum.

Sıcak Avustralya günlerinde geçen filmimiz gece ayazı yaşatıyor. Uyuşturucu, silah, polis, "aile" ne ararsanız var.

Bu sıralar Behzat Ç. etkisinde olduğumdan mıdır nedir, Janine Cody karakteri bana Ercüment Çözer'i hatırlattı. Tabii Guy Pearce'ın canlandırdığı Leckie de tipi itibari ile Behzat Ç. olmuştu. Ancak tavır olarak Behzat Amirimden öğreneceği çok şey var; kendini geliştirmeli.



Mesanemin beni çok zorlamasına rağmen filmi bunalmadan izleyebilmiş olmam herhalde benim değil filmin başarısıdır. Aussie aksanına olan sempatim de beni etkilemiş olabilir.

Çevre tarafından kabul görmesi olası olmayan "şey"lerin aile içinde nasıl kabul gördüğünü ve olayların aile içinde nasıl çözüldüğünü kafaya vuran bir film olmuş. En azından ben öyle düşünüyorum. Misal, çişini yaptıktan sonra elini yıkamayan yeğene tavır alınmaz; el yıkama öğretilir.

Erkeklerin kadınlar tarafından ne kadar kolay manipüle edildiğini teyidleyen Animal Kingdom, kraliçe arının harcadığı bir sürü işçi arıyı anlatıyor. Vizyona girer mi bilmem ama bulunup izlenmeli.

127 Hours

Inside Job hüsranımdan sonra 127 Hours izlemeye karar verdim. Fitaş yerine, Beyoğlu Sineması'na gittim. Daha önce gidip gitmediğimi hatırlamadığım bu güzel salonda daha fazla film izlemek için kendime söz verdikten sonra film arasında frigomu aldım :)




Minimum reklamla film izlemenin keyfi bambaşka. Üstelik tam bilet 10 TL. Büyük perde saplantınız yoksa mutlaka deneyin.





Danny Boyle, Slumdog Millionaire'de birlikte çalıştığı A.R. Rahman'dan bu filmde de tam destek almış. Daha önce, En İyi Müzik Oscar'ını Inception alsın demiştim ama 127 Hours gönlümü çeldi.

Slumdog Millionaire gibi milyon mekanda geçen bir filmden sonra belki de kendini test etmek isteyen Danny Boyle bence harika bir iş çıkarmış. İzleyenler ya "leş" ya da "harika" diyor. "eh" diyene rastlamadım, ben "harika" diyenlerdenim. Filmin hikayesini çok iyi bilmeme rağmen "n'olucak şimdi" derken buldum kendimi. Elbette ki profesyonel bir gözle izlemiyorum ama ben çok sevdim. Sondaki orkestrasyon filmi feci bir Hollywood klişesi haline getiriyor ama -bilmeyenler için spoiler vermek istemiyorum- adamın hikayesi gerçek olamayacak kadar fantastik. Pardon ama herkesin .ötü yemez onun yaptığını yapabilmeyi. Bencil Amerikalı'nın kendiyle hesaplaşmasını da gördüm ya gam keder düşmez bana artık.

King's Speech'te Colin Firth'ü henüz izlemedim ama James Franco çok başarılı bir performans göstermiş. Benim Oscar favorim kendisidir. Marisa Tomei faktörü olur mu dersiniz?

Epic Fail ve sonrası

Çok üzgünüm, Türkçe'si yok. Kendimle de çelişiyorum ama izlemek için haftalar öncesinden bilet aldığım filmin -Inside Job- saatini karıştırıp, "sadece 5 dakika geç kaldım, reklam vardır, içeri alın beni" diye çemkirmemin akabinde "hanımefendi 40 dakika geç kaldınız" cümlesini duymamın tek karşılığı epic faildir.



Travmayı atlattıktan sonra İstiklal Caddesi'nde yürümeye başladım ve hiç bilmediğim sokaklara girdim. Ve en sonunda, her zamanım olduğunda içeri girmeye bayıldığım, bana müthiş bir huzur veren St. Antuan Kilise'sine gidip mum yaktım. Bir önceki sefer, mumumu daha yakamadan suya düşmüştü, bu kez dayandı :)

18 Şubat 2011 Cuma

Başladık: Lemmy

Bu sabaha kadar motörhead dinlememiş birinin Lemmy'de ne işi var diye düşünebilirsiniz. Ama kendimce şöyle bir açıklama buldum, kitabını okumadan bir filme gitmek gibi. Filmi sevsem de sevmesem de kitabı okurum.

Captain Cousteau'nun balık adam kıyafetiyle tekneden ters takla ile atlayarak denizleri keşfettiğini görerek büyüyen kuşağın çocuklarından biriyim ben. Belgesellere bayılırım ama aslan yemini ne zaman kapacak düzeninde ilerleyen belgeselleri değil, kim kimi neden öldürmüş, katil/ler nasıl bulundu, bi müzik grubunun başına nasıl bi tesadüf gelmiş de patlamış/ünlü olmuş gibi daha "insan"i belgeselleri seviyorum. İşte Lemmy bu beklentilerimi karşılar ümidiyle, müzik wikipediam Özgün'le beraber Lemmy'le buluşmaya gittik. İstanbu'un tüm sinemasever metalcilerinin afm salon 1'de toplandığını söylemek mümkün.

Bundan sonraki kısımlar filmle ilgili spoiler içerir, söylemedi demeyin.



What's up motherfuckers?
Film, The Wrestler gibi başlıyor. Tam içimiz şişecek sonunda çok ağlayacağız derken Lemmy bütün film boyunca bize eşlik edecek nüktedan tavrıyla kahkaha attırmaya başlıyor. Film boyunca rock ve metal dünyasına hizmet etmiş tüm adamlar tek tek Lemmy'e saygı duruşunda bulunuyorlar. İsimlerindeki "o" harfleri Motörhead'e selam çakarak "ö"ye dönüşüyor. Lemmy'nin tüm zaafları ve yetenekleri öyle güzel işleniyor ki adama ne kızabiliyorsunuz ne de çok seviyorsunuz. Bayılarak dinlediğim bütün grupların bu adama neden hayran olduklarını kolayca anlıyorum. Lemmy, müthiş bir "basit"likte anlatıyor anlatmak istediğini. Bu tipte bi adamın neden Beatles hayranı olduğunu anlıyorum çünkü çok net anlatıyor, çevresindeki kameraları unutuyor.

Dave Grohl, Metallica ve daha niceleri Lemmy'le beraber çalıp söylüyor.Denk gelmeyi beklemeden izlenilmesi gereken bir film. Müthiş bir karakteri, eğmeden bükmeden, karakter anca böyle sıkmadan nefis anlatılabilirdi.

Don't worry be happy :)

Aslı

17 Şubat 2011 Perşembe

Sıkıntı

Hani bi film izlemeye başlarsın, çok övgü almıştır, herkes bayılmıştır vs vs. Vurucu noktası geldi gelecek diye beklerken sıkıntıdan patlarsın ve film biter. Şimdilerde kendi hayatımda o vurucu noktanın gelmesini bekliyorum. Ben sıkıntıdan patlamadan gelirse sevinirim.

"Boredom is a pattern not a reality" demiş biri... Doğru olmasını dileyerek, kendimden daha fazla sıkılmadan noktayı koyuyorum.

Aslı

16 Şubat 2011 Çarşamba

Kendime not: İşkence yapma

Sabah 6:00'da uyan, evde boş bol dolaş, 7:50'deki servise yetişmek için 7:25'te duşa gir, saçma bi koşuşturma yaşa. Evden çık. Merdivenlerden inerken farket ki cep telefonun yanında değil. Önce güzel bi hassiktir de. Sonra aklına bi atasözü gelsin: Akılsız başın cezasını ayaklar çeker. Bu haftanın en az iki günü yaşadığım bi sahnedir benim. Önce güzel bi hassiktir sonra bi atasözü.

Bugünkü konumuzsa bir "deyim". Haklıyken haksız konuma düşmek deyimini inceliyoruz. Hiç, en haklı olduğunuz kavganın ortasında saçma sapan bir laf edip haksız konuma düştüğünüz olmadı mı? Saçma bir çemkirme ve hooop bir ömür boyu koz olarak kullanabileceğiniz mevzu çöpe gitti. İçimde sıkışan haklılık öyle köpürdü ki bütün gece uyuyamadım, evde ağlayamadığım için iş yerinde damar şarkılar akabinde patladım. Sonra n'oldu, içimdeki kavga yumuşadı, bi kaç insanla konuştum, yemeğe çıktım, hava aldım, soğuk havayı yedim, kendime geldim.

Ama evdeki kavga dinmedi, şimdi bu akşam devamı gelecek mi diye bi tedirginlik bastı. N'olucak? Buna uygun bi atasözü var mıdır?

Bu yazıya en uygun damar şarkımız ise Vega'dan geliyor: Tamam Sustum!

14 Şubat 2011 Pazartesi

Konserin konusu: Sıkışmışlık

Okul zamanı Garanti Bankası çağrı merkezinde çalışıyorum, vardiyam 23:00'te bitiyor. Cuma ve Cumartesi geceleri koşar adımlarla Taksim'e gidiyorum. O akşam canımız kimi isterse canlı canlı onu izliyoruz. Sonra ben "tam zamanlı" çalışmaya geçiyorum, canlı eğlencelerimiz için ayarlamalar yapmam gerekiyor; en güzel aktivite neyse onu seçiyoruz ki emekler boşa gitmesin. İşte tam bu zamanlara geliyor ayda en az iki kez Vega performansı seyretmelerim. İkinci albümlerini çıkardıkları 2002 yılında ben çok fena terkedilmiş olduğum için şarkılar içime içime işliyor, gidiyoruz, dinliyoruz vs vs. Vega, üçüncü albümünü çıkarıyor ama ben çok ilgi gösteremiyorum çünkü Vega "popüler" oluyor. Herkesin sevdiği şeylerden soğuma hastalığına yakalanıyorum. Başka işlerde çalışmaya başlıyorum, canlı müzik arkadaşlarım kendi dünyalarına çekiliyorlar. Ve ben Vega'dan iyice kopuyorum.

Geçen Perşembe "Yarın Bronx'ta Vega konseri varmış" haberini alınca "Aaa süper gelirim" diyorum. Anılarım canlanacak, Bronx'a gideceğim, "oley", "süper" nidaları var içimde. Gidiyorum, ama Bronx benim Bronx'um degil, sahne aynı yerde ama diğer herşey değişmiş. Sahnede hiç sevmeyeceğim şarkıları çalan bir ön grup, bitsin istiyorum. Bitemiyor. 23:00 yerine 00:30'da çıkıyor Vega. Etrafımdaki kalabalık, müthiş bi heyecana kapılıyor. Müzik dinlemeye gelmemişler, niyetler bambaşka. Vega dinleyen kızların bam telini yakalayan erkekler mi dersiniz, kız kıza gelip sahne kurulurken setliste bakıp "aaağğğrrr bu sabahların bir anlamı da vaaarr" diye ağlayanlar mı dersiniz, her telden var. Şarkılarını eskisinden daha güzel bir performansla çalmaya başlayan Vega'yı ne yazık ki yanımdaki arsız topluluktan dolayı üçüncü şarkıda dinlemeyi kesiyor ve mekandan koşarak uzaklaşıyorum.

Kendimi cenderede hissettirerek danseden kedi göz eyelinerı çekmiş kızlara nefret kusarak yürüyorum İstiklal Caddesi'nde.

Çok isterdim, "harikaydı" demeyi ama yanındaki dinleyene temas etmeden eğlenmeyi beceremeyen insanlar yüzünden berbat bi gece geçirdim.

Aslı

9 Şubat 2011 Çarşamba

Film Zamanı

!f zamanı gelince bünyemi bi heyecan sarıyor. 7. sanattan çok anlamam ama izlemeden önce hangi filmleri seveceğimi bilirim. Mesela sci-fi, western film sevmem ama polisiyeye bayılırım. Sıkıntı şu ki festival sayfasında tüm filmler müthişmiş gibi anlatılıyor ve kaçırırsak dünyanın sonu gelecek sanıyoruz. Müthiş addedilen bu filmlerin çoğu imdb'de -ki imdb sinema için benim bildiğim en güvenilir kaynak- 5/10 puan almış oluyorlar. Bu sene biletler satışa çıkmadan önce tüm filmlerin konularını, konuları ilgimi çekiyorsa da puanlarını kontrol ederek bir liste oluşturdum. Sırasıyla, Lemmy, Inside Job, Animal Kingdom, Atlıkarınca ve Carancho'yu izleyeceğim. İzledikten sonra filmlerin bendeki etkisini yazacağım. Mesela, geçen yıl Precious bir "çocuğun" korkunç hikayesini işlemesine rağmen o kadar güzel yönetilmişti ki tam ağlamaya meğillendiğim an gülmeye başlıyordum. Umarım bu yılki filmler de Precious kadar güzeldir :)

Diğer yandan bambaşka bir heyecan olan Oscar için son 18 gün. Benim favorilerim yavaş yavaş şekilleniyor. Natalie Portman, En İyi Kadın Oyuncu ödülünü almazsa ben bile bozulurum, Natalie'yi düşünemiyorum. Inception, En İyi Müzik için adayım ama academy ne uygun görür onu 27 Şubat'ta göreceğiz.

Aslı

8 Şubat 2011 Salı

Eğer çok bunaldıysan sen de dinle

Jülide Özçelik'le ilgili bir entry girmiştim ekşisözlük'e. Sesiyle tanışmam Optimum AVM'nin insan kokan kalabalığında olmuştu. Deli gibi dolanıp "kim bu kim bu" dediğimi hatırlıyorum. Beni müthiş rahatlatmıştı sesi. O gün olmasa bile daha sonra albümünü edindim ve bilgisayarımdan çıkarmıyorum. Şu an olduğu gibi çok bunaldığımda, kendimi başka bir yerde hayal etmek istediğimde başlıyorum çalmaya. Kulaklık marifetiyle kendimle kalıyorum.

Rahatlamak istersen Jülide Özçelik - Jazz İstanbul iyi bir yol arkadaşı.

Aslı

7 Şubat 2011 Pazartesi

Bir bitirebilsem!

Ben, bir sürü şeye hevesle başlayıp sonunu getiremeyenlerdenim. Hep çok ister fakat beceremem, aksilik çıkar, mutsuz olurum, hevesim kırılır ve müthiş heyecanla başladığım o iş hüsranla yarım kalır.

Top Chef seanslarımın birinin sonunda, işi gücü bırakıp yarışmacıların restoranlarına gidip onlarla sohbet etme hayali kurmaya başladım. Bu çook uzun zaman sonra gerçekleşebilecek bir hayaldi, sonra Sinan'la bunu konuşurken "Ne gerek var Amerika'ya gitmeye, buradaki şeflerle başlasana" dedi. Amerika'ya gitmek madden ve manen öyle "hop" diye yapabileceğim bir şey olmadığından benden koparak uzaklaşan hayalim bu öneriyle bir anda gerçeğe çok yaklaştı. Tam da twitter'a "Önemli Türk şeflerinin isimleri lazım bana" yazdıktan üç dört saat sonra Özge Candar grupfoni'nin fırsatını gönderdi. Gözlerime inanamadım: "Türkiye Aşçılar Federasyonu Milli Takımlar Direktörü ve Ağaoğlu My City Hotel Executive Şefi Rafet İnce’den Chef Table’da sohbet eşliğinde 1 kişilik Chef Table Özel Menüsü 150 TL yerine %61 indirimle sadece 59 TL!" Sabah ilk iş fırsatı satın aldım. Şimdi de neler sorabileceğimi düşünüyorum. Yemekten çok insanları merak eden biri olduğum için de "bu nasıl oluyor?"dan çok "mutlu musun?" diye sormak istiyorum. Her ne kadar Özgün"food blogging kolay değildir" dese de benim yapmak istediğim tam olarak food blogging değil. Julie Powell gibi bir termin mi versem kendime acaba?

Bu postu okuyan birileri varsa :) eğer size sesleniyorum... Ne sormalı? Siz ne merak ediyorsunuz?

Aslı